reklam

Manşet

Bülent Parlak '' Kürt Kızının Elleri ''

Yazar Unknown 6 Nisan 2015 Pazartesi 0 yorum

En çok kıyameti ertelerdim onu gördüğüm vakit. 
Onu gördüğüm vakit dünyada yer kalmazdı kimseye.
O küçücük şehre bir salgın gibi dağılırdı sessizliğimiz. 
Özer ve benim... Bir salgın gibi kendimize sığındığımız, sonra da abarttığımız misafirlikte huysuzluk yapan çocuk hallerimiz. 
Hala bitmeyen, hala sonlandıramadığımız, tahtadan yapılmış kılıçlarla eskiyen çocuk hallerimiz. 
En çok da gölgemizden kurtulmak için döndüğümüz köşeler aklımda benim.
Özer'i üniversiteden sonra biraz kilo almış, biraz saçları dökülmüş, artık gülerken aniden ciddileşirken görünce şaşırmıştım. 
Bizim Özer ile hikayemiz de en çok işte o pastanede başladı.
Belki de dünyanın en uzak pastanesiydi orası. 
İki yıl kalmama rağmen adını öğrenemediğim, yağmur çiseler gibi ortalıkta gezen kız ise dünyanın belki de bize en uzak kızıydı.
Pastaneye her gidişimizde olmadığını bilerek 
Türk kahvesi isterdim ondan. 
Kahveyi çok sevdiğim söylenemez aslında. 
Hatta hiç sevmem. 
Ben kahveyi en çok evde kalmış kızlara yakıştırırım. 
Ama dedim ya yağmur çiseler gibi ortalıkta salınan kız en çok kahve istediğimizde masamızın yanında dururdu.
Çay istediğimizde hemen getirir, getirdiği gibi de hemen giderdi. 
Bu pastane yolun karşısındaydı. Zaten o küçük şehirde iki pastane vardı. 
İkisi de yolun karşısındaydı.
Adı Helin miydi, Rojin mi, Hülya mı, Elizabeth mi bilmiyorum ama orada çalışmaya başladığından beri o pastane yolun hep karşısında kaldı. 
Tabelası bir reklamcının elinden çıkmış birkaç yerden biriydi orası. 
Doktorların karşısına çıkarken elpençe duran adamların ne için orada olduğunu anlamadığı, Özer ve benim ise beynimize tebelleş olan bir yer. 
Kaç masası, kaç sandalyesi, kaç kül tablası olduğunu saymak aklımıza da gelmedi. 
Çünkü ne zaman o pastaneye gitsek en kimsesiz, en sessiz, en patronsuz masaya otururduk.
Çünkü herşeyin bittiği yerde o çoğalıyordu.
Ne zaman oraya gitsek gazete okur gibi yapardık. 
Terler dökerek, heyecandan titreyerek ve biraz da utanarak geçtiğim bana upuzun gelen koridordan gelmesini beklerken.
Ben Özer'e farkettirmeden aklımdan birçok konuşma başlatıyor, hiçbirini ona yakıştıramayıp o masaya doğru yaklaşınca unutuyordum.

-Türk kahvesi var mı acaba?
_Yok ama patronuma söyleyeyim... Malzemesini alırsa yaparım.
_ Pek yapmasını bilmiyorum zaten. Ama öğrenirim.
_ Çok zor değil sanırım, biraz su, biraz kahve. 
Ama cezve de yok ki...

*********************************
Çay isteyince hemen getirip tezgahın arkasında dışarıyı seyreden kızın cevapları, kahve istediğimde uzuyor, bitmiyordu hemen.
Ben kahve istemesem Özer hemen kulağıma fısıldıyordu: " Türk kahvesi var mı?"
Gözleri o Kürt gözleri kahve kokardı.
Elleri, o Kürt elleri orta şekerli, bol köpüklü.
Başka masalarda oturan ve sabah akşam alacakları tekavvüt parasını yirmili yaşlarda hesaplamaya başlayan hepsi öğretmen ama hiçbiri tok olmayan arkadaşlarımız söze dalardı: Okulda kahve yapılmasını da biz öğretelim bari! 
Ne zayavan kalırdı o sözler bir bilselerdi.
Tekrar tekrar okuduğum gazete sayfaları bitip, tekrar tekrar içtiğimiz çaylar artık haddini aşınca o gelirdi boş bardakları masamızdan toplamak için. 
Hemen gidesimiz gelirdi.
Bu gidiş yeniden pastaneye gelmemize sebep olacağı için bana da, Özer'e de dayanılmaz çekici gelirdi. O küçük, o her yerden uzak şehirde boydan boya gezip saatlerin geçtiğini sanarak tekrar dönerdik pastaneye.
Aynı masa, aynı gazetenin aynı sayfaları. 
Yine gelirdi ama bu kez ben tipiye tutulurdum. 
Kızaran yüzümü heyecandan titreyen ellerimle kapatmaya çalışırken. O biraz daha masamızın yanında kalsın diye daha çok soru sorar, daha çok kahve ister, daha çok utanırdım. 
Gazeteye başımı gömerken yine Türk kahvesi isterdik. 
Ya Özer, ya ben.
Çıkarken tezgahın arkasından salınarak çıkar bizi yolcu ederdi. 
Patronun cezve alsın demeyi unuturdum hep o çıkışlarda. Günler geçtikçe cezveye de patronuna da düşman olmuştuk.
Türk kahvesinden çok orada duruşunu seviyordum. 
Olmayan kahvenin kokusunu, birkaç soru-cevap arasında bana, sana ve dünyaya sinmesini seviyordum.
Hiç içemedik o kahveyi. Ne karşılıklı, ne de senin elinden.
Ama sen Kürt kızı!
Türk kahvesi koktukça tüm farklılıklar orta şekerli, tüm pastaneler yolun karşısı.

Hiç yorum yok:

İlginiz için teşekkürler.